BİR GARİP ADALET HİKÂYESİ

BİR GARİP ADALET HİKÂYESİ

esekAdalet, devlet yapısının sağlıklı işleyip işlemediğini gösteren yegâne turnusol kâğıdıdır. Bir devlet, adalet dağıtma özelliğini kaybettiyse o devlette hiçbir iş doğru gitmez. Tartılar bozuk tartar, hısımlar ve dostlar kayırılır, hırsızlar bey olur, suçluların hükümranlığında suçsuzlar zulüm görür… Dahası millet de bozulur; adeta koyuna döner. Bunca adaletsizliklere, haksızlıklara karşı gözler görmez, kulaklar duymaz, diller sus pus olur. Elinden bir şey gelmeyen, doğruları anlatmaktan dilinde tüy biten fakat sözüne kulak asılmayan âlimler ise oturup büyük felaketin gelip bu topluluğu yok edeceği elim günü beklemeye başlarlar…

Hukuk normlarını şekillendiren aslında toplumsal adalet mekanizması ve bunun temelindeki bireysel vicdani kanaatlerdir. Bireylerdeki adalet anlayışının bozulmasının ardından zamanla mahkemelerdeki teraziler de bozuk göstermeye başlar… Karşısındakinin sözünü anlamadan, dinlemeden kafasında neticelendiren, peşin hükümler veren insanlar adaleti de sağlamaktan uzaklaşırlar…

Anlatacağımız hikâye işte böyle bir konu üzerine, adı sanı hepimizce bilinen bir Müslüman ülkesinde vuku buluyor. İlla tarihten olsun dediğinizi duyar gibiyim. O da tamam… Hikâyemizdeki her şey nasıl olsa kurgu ve hayal… Devletimizin adı da; AK KOYUNLU devleti oluversin bakalım…

AK Koyunlu devletinin son zamanları… Anadolu’da ücra bir yerdeyiz. Türkmen yürüğü bir köylü, Garip adını verdiği eşeğini pek severmiş. O güne kadar bırakınız sopa atmayı, hayvanın ağırına gidecek bir kelam bile etmemiş. Sabah namazından sonra ahıra gidip gözlerini öper, gece yatsı namazından sonra yine ahıra gidip eşeğinin başını okşarmış…

Günlerden bir gün ormandan kurumuş dalları kesip hayvanına yüklemiş, nazlı hayvan yükün hepsini alamayınca bir kısmını da kendisi sırtlamış. Eşek hoplaya zıplaya evin yolunu tutmuş. Peşi sıra gelen adamcağız kızgın güneşin altında dil atmış. Hızını alamayıp avlunun girişini kaçıran eşeğin peşinden sinirlice bağırmış: “Çüşşş!.. bre mendebur hayvan çüşşş!..”

Yıllardır sahibinden bir kötü söz işitmeyen eşeğin bu laf pek bir ağırına gitmiş. Düşünmüş, taşınmış ahırdaki diğer hayvanlara danışmış ve aldığı gazla şehre inip sahibini kadıya şikâyet etmeye karar vermiş. Öyle ya, “eşek isek de, hayvan isek de bir canımız var, bu kadar kırıcı olmaya ne gerek var, hem ne hakla!…”

Kara postlu, ay yüzlü, zeytin gözlü eşekçik düşmüş yollara… Lâkin, git git yol bitmez. Bu şehir de ne uzakmış böyle diye aklından geçirmiş. Yolun az ilerisinde bir konak görmüş. Yanı başında gölgesinde az soluklanıp bir iki lokma bir şey otlayayım demiş. Ama açlıktan nevri dönmüş olan eşek, peşinden hiddetle gelen sahibini görememiş. Adam kızgın güneşin altında, hem de Kurban bayramı sabahı kendisine bu kadar yol yürüten eşeği bulunca iyi bir dayak çekmeyi aklından geçiriyormuş. Bakalım ondan sonra neler olmuş…

***

Konağın bahçesindeki seyrek çitler arasında pembe çiçeğiyle bir nara eşeği adeta “gel, ye beni..” diye günaha çağırıyordu. Haramın lezzeti pek bir başkadır. Hem hayvan bu, haram helal bilir mi? Eşek dayanamadı dilini uzatabildiği kadar çitlerden içeri daldırıp naranın pembe çiçeğini kopardı. Bu sırada bahçenin temizliğiyle meşgul, konağın hizmetçiliğini ve bahçıvanlığını yürütmekte olan orta yaşlı adam yıldırım bakışlar ve bağrışmayla eşeğin yanına doğru koştu. Eşeğin sahibi de tam bu esnada hayvanının yanına adımını atmıştı. O sinirle, tam kızılcık sopasını kaldırıp eşeğin kaba etine bir iki patlatacaktı ki, bahçıvanın soluksuz yanlarına düşmesi bir oldu. Garip’in ağzından sarkan pembe çiçekleri görünce, yeni tomurcuklanan emsalsiz pembe gülleri kopardığını sandı ve köylüye saydırmaya başladı: “Gâvurun evladı, bu bahçeye çiçekleri eşeğine yediresin diye mi!…”

Mahcubiyetten yanakları kızaran, soğuk terler döken köylü, adamın sözünü kesip “aman beyim…” diye başlayacaktı ki… Aman dinlemeyen bahçıvan, bağrışmalara gelen diğer hizmetçilerin de yardımıyla eşeği ve adamı yakalayıp konağın sahibinin yanına getirdiler. Ağaçlarla dolu yemyeşil bir bahçede az uzakta beklettiler. Köylü konuşulanları iyi duyuyor fakat görüntüleri pek net seçemiyordu. Bahçıvan, köylünün eşeğine bahçedeki çiçekleri otlattığını, bu çiçeklerin çok nadide olduğunu, geçen yıl Osmanlı tüccarlarından almak için tohumuna altınlar saydıklarını etraflıca anlattı…

Bu sırada, bahçenin uzak bir ucunda kara bir hayvanın kesildiğini gören köylünün içini garip bir korku sardı. O günün Kurban bayramı olduğunu unutarak, bu kesilen hayvanın da sığır olabileceğini düşünmeden gamlanarak, kara kara vehimler kurmaya başladı.

Konağın sahibi, bahçıvana “dur hele, şu hayvanı keselim, peşi sıra onların da hesabını görürüz” deyince yol kenarındaki çitlerin yakınındaki dut ağacına bağlanmış köylü kafasında kâbuslar canlandırıp hıçkırıklara boğuldu. Elleri ayakları bağlı, feryat figan ağlayan masum görünümlü köylüyü yoldan geçmekte olan bekçi fark etti. “Al yanaklı, kaytan bıyıklı efe, ne diye anasını kaybetmiş kuzular gibi ağlayıp durursun, nedir bu halin?” diye sordu.

Köylü içini çekerek anlatmaya başladı: “Heç sorma bekçi dayı. Bu benim gariban eşeğim, şu dağın ardındaki köyden kaçmış yollara düşmüş idi. Peşinden seğirtip buralara kadar geldim. Bu evin bahçesindeki bir tanecik çiçekli dikene dil uzattı deyip zavallı eşeğimi ve beni buraya hapsettiler. Şimdi içeride başka bir eşek kesiyorlar. Konuşurlarken duydum, işleri bitince akşamüzeri de benim eşeği kesip sucuk yapacaklar. Beni ne edeceklerini duyamadım. Ama eşeğim öldükten sonra gayrı ben de yaşayamam. Gözel gözlü Garibime odun yüklemeye kıyamazdım. Şimdi onun ölecek olmasına nasıl dayanayım. Adı gibi gariban eşeğimin halına ağlarım…”

Bu acıklı hikâyeyi duyan bekçi, bir soluk karakola koşup yardım çağırdı. Kurban bayramının ilk günü, daha ikindi ezanı okunmamıştı ki, konağın sahibi ve hizmetçileriyle beraber kesmekte oldukları sığırın etini de alıp, köylüyle eşeği de olduğu halde… Velhasıl orada bulunan herkesi kadı efendinin huzuruna çıkardılar.

Kadı, bayramın ilk günü gelen işlerden suratı asık halde, bir taraftan önündeki koyun kavurmasına kaşık sallarken, bir yandan da yarım kulak “hıı… hıı…” diyerek karakolda alınmış ifadeleri dinledi ve mevzuyu anladığına kanaat getirince yemeyi kesti.

Sonra başını kaldırdı ve eşeğe bağırarak sordu: “sen bu adamın güllerini yedin mi?” Eşek bu, tabi sözden anlamadı. Lâkin, kadı efendinin huzurunda olduğunu o hayvan aklıyla da olsa kavrayıverdi. Sahibini şikâyet için yollara düşmüş eşek, kadıyı gördü ya “fırsat bu fırsat, bir şu sahibimi şikâyet edeyim de cezasını bulsun…” diye düşünüp olan bitenden habersiz başladı anırmaya…

Kadı, eşeğin bu cevabını “evet” kabul edip hemen hükmünü verdi: “Sanık fiili işlediğini ikrar etmiştir. Cürmünden dolayı yediği nadide pembe güllere karşılık failin kuyruğunun kesilmesine hükmolundu!…”

Peşinden, eşeğin sahibi olan köylüye dönüp sorar: “peki bu eşek gülleri yerken sahibi olarak sen de onun başında mıydın?” Çaresiz ve korkudan titreyen adam “evet, ama kadı efendi…” demişti ki kadı köylünün lafını kesti. “Uzun lakırdıya lüzum yok. Başında mıydın değil miydin? Daha sırada bekleyen çok dava var. Bayram günü asabımı bozmayın!..” Adam mahcup bir edayla boynu bükük halde sadece “evet” diyebildi. Kadı beklemeden hükmünü verdi: “Eşeği azmettiren sahibinin, hırsızlık, haneye tecavüz ve yağma suçuna iştirakten sol kolunun kesilmesine karar verildi.” Adamcağız oracıkta yere yığıldı. Yüzüne su vurup ayıltmak için dışarı çıkardılar. Gözlerinde şimşekler çakan kadı efendi daha sonra konağın bahçıvanına döndü: “eşek ile sahibini derdest edip bağlayan sen misin?” Bahçıvan korkudan kilitlenmiş çenesini güçlükle açıp “evet, ama…” dedi. Kadı haykırdı: “Aması yok efendi? Bu eşeği de diğeri gibi bahçede boğazlayıp, haklayacaktınız… Şu mübarek bayram gününde işlediğiniz günaha bakın hele… Millete sığır eti diye eşek yedirecektiniz. Hele bir de dikkat çekmesin diye kesimi kurban günü yapıyorsunuz değil mi? Hükmümdür: dinimizce haram kabul edilen eşek eti kesimi ve ticareti yaparak bu şekilde ehli Müslim cemaatin sağlığıyla ve diniyle oynayan faillerin tamamının kellerinin vurulması suretiyle infazlarına karar verildi.”

Birkaç gün hepsini hücrede sakladılar. Ama bayram bitiminde hiçbirinin gözünün yaşına bakmadılar. Kuyruğu kesilmiş eşek ile sol kolu kesilmiş sahibi bir zaman sonra yaraları toparlayınca köylerine doğru yola düştüler. İkisinin de ağzını yolda bıçak açmadı. Eve vardıklarında, eşeğin alınganlığından habersiz köylü, hayvanın durması için “çüş…” dedi.

Bu sözü duyan eşek kendi kendine söylenmeye başladı: “Bir çüş sözüne ar edip yollara koyuldun. Böyle çarpık bir düzende eşeklik edip adalet dilendin. Dizini kırıp ahırında otursaydın şimdi ne kuyruğun sızlayacaktı, ne sahibinin kolu, ne de o kadar insanın canı gidecekti. Ah eşek kafam, hadi basit bir söze alınganlık ettin. Bu memlekette mahkemelerin tersine işlediğini hiç mi duymadın ki haddini bilmeden sahibini kadıya şikâyete yeltendin?”

Benzer yazılar

Yanıt verin.

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir