TÖRE SOHBETLERİMİZ BAŞLADI

TÖRE SOHBETLERİMİZ BAŞLADI

Türkiye Kamu-Sen ve Türkocağı Artvin Şubesi olarak 2016-2017 yıllarını içeren Sosyal-Kültürel etkinlikler kapsamında planladığımız Töre Sohbetlerimiz  27 Ekim 2016 Perşembe günü itibarıyla başlamıştır.

Sendikamız toplantı salonunda ilki gerçekleştirilen Töre Sohbetlerinin konusu "Cumhuriyet Gerekli miydi?" oldu. Sohbetin açış konuşması Türkocağı Artvin Şube Başkanı Tarihçi Hüseyin KURT tarafından yapılmıştır. Hüseyin KURT'un sohbete iştirak edenlere hoş geldiniz konuşmasından sonra, Hüseyin KURT Cumhuriyetin kuruluşunun ilk yıllarından kısaca bahsettikten sonra sunumunu yapmak üzere sözü Artvin Çoruh Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü akademisyenlerinden Yrd. Doç. Dr. Ahmet ATALAY Bey'e verdi.

Yrd. Doç. Dr. Ahmet ATALAY 'ın sunumu çok samimi bir atmosferde gerçekleşmiştir. Sayın Ahmet ATALAY'ın örnek hikayelerle zenginleştirdiği sohbeti dinleyicilere keyifli anlar yaşattı. Sayın ATALAY'ın akıcı üslubuyla dinleyiciler kendilerini zaman zaman konunun bir parçası olarak hissetmek durumunda kalmıştır.

Türkiye Kamu-Sen Artvin Temsilciliği olarak sunumu yapan Yrd. Doç. Dr. Ahmet ATALAY ve katılımcılara çok teşekkür ediyoruz.

 

CUMHURİYET GEREKLİMİYDİ?

                                                                                                                                                                             Yrd. Doç. Dr. Ahmet ATALAY*

1- GİRİŞ

Değerli Artvin Türk Ocağı Başkanı, Artvin Türk Eğitim-sen Başkanı, çok kıymetli meslektaşlarım ve sevgili Artvinliler; Cumhuriyetimizin ilanının 93’üncü yılında böyle bir konuşmayı bana lütfettiğinizden dolayı bunu kendim adına büyük onur addettim. Şeref duydum. Katılımlarınızdan dolayı teşekkür ediyorum.

Değerli arkadaşlarım! Cumhuriyet gerekli miydi sorusunun cevabını bulabilmek için, Osmanlı Devleti’nin son zamanlarına bakmak ve yıkılış dönemi diye adlandırılan o yılları iyi tahlil etmek lazımdır. Şayet bunu yapmazsanız “gereklimi” sorusunun açıklamasının karşılığını asla bulamazsınız. Şunu da belirtmekte fayda vardır. Bu konuşmayı ben yapıyorum ancak, kocaman Osmanlıyı gidip te ben yıkmadım. Benim babam veya dedelerimde yıkmadı. Sizin dedelerinizde yıkmadı. Benim ya da sizin dedeleriniz yıkmış olsalardı bugün, bu saatte burada bulunup bu sohbeti yapıyor olmazdık.

Peki, biz yıkmadıysak kimler yıktı öyleyse? Bakınız kimler yıktı. Hepinizin malumudur ki, Millî Mücadele’de yediden yetmişe bütün Türk vatandaşları ülkeyi düşman elinden kurtarmak için canla başla çalıştılar. Ve bunu yaparken de dedelerimizin, babalarımızın kahir ekseriyeti çift iş yaptılar. Yani Valilerimiz hem valilik görevini yürüttü hem milletvekilliği yaptı. Belediye başkanlarımız, komutanlarımız, bürokratlarımız ve diğer meslek mensupları hem asıl mesleklerini yaptılar hem de milletvekilliği görevini icra ettiler. Kadınlarımız, hem tarlalarını ektiler, biçtiler hem de kaldırdıkları ürünlerini Tekâlif-i Milliye Emirleri çerçevesinde kaydını, ilgili komisyona yaptırdıktan sonra, kendi kağnı veya arabalarıyla bizzat götürüp cepheye teslim edip geldiler ki, bu vatan böyle kurtarıldı.

Böyle bir ortamda, askerdeki çocuklarımız, Mehmetçiklerimizde çarpıştığı cephelerinde hiçbir fedakârlıktan kaçmadılar. Geceleri ve gündüzleri belirsiz bir biçimde, uyku nedir bilmeden günlerce çarpıştılar. Canlarını ortaya koydular. Gerektiğinde savaş alanlarında onlarda çift iş gördüler. Asla vatan konusunda, elde edilecek hürriyet konusunda yılgınlık göstermediler. O askerlerden biri olan ve sakacılık[1] yapan, yani askerin suyunu temin eden bir Mehmetçiğimiz, hem su işi ile ilgilenmekte hem de cepheden bozularak gelen silahların tamirinin yapıldığı, aynı zamanda mermilerinin doldurulduğu tamirhanenin de sorumluluğunu yapmaktadır. Sizlerde bilmektesiniz ki o senelerde kullandığımız sular,  günümüz de olduğu gibi evlerimizin çeşmelerinden şarıl şarıl akmamaktadır. Hatta o zaman kaynak sularınızı bile kullanamamaktasınız. Boşuna akıp, heba olup gitmektedir. O yıllarda sular; bir kuyu kazılır, yüzey suları o kuyuda birikir. Biriken suları çıkarabilmek için o kuyuya kocaman bir çark kurulur. Çarkın ucuna sabit kovalar takılır. Kurulan bu çarka dönmesi için bir sap takılır. O sapada bir eşek koşulur. Eşek daire çizerek döner. Dönen çarkın kovaları suya batar. Ve ters dönen kovalardan dökülen sular bir arka boşalır. Arktan aşağıya akan sularda şişelenerek cepheye gönderilirdi.

Şayet bunu yapmasaydınız cephede savaşmakta olan askerlerinizin su ihtiyacını nasıl karşılayacaktınız? Savaşan o yiğitler, matarasında su kalmadığında ve susadığında, ben su içmeye gideceğim deyip te cepheyi mi terk edecekti?

İşte düşmanlarla savaşan kahramanların suyunu tedarik eden ve hem bozuk silahların tamirini hem de mermilerinin doldurulmasını organize eden bu Sakacı Mehmetlerimizden biri, cepheye devamlı su sevk edebilmek için oka koştuğu eşeğin gözünü bir başörtüsüyle bağlamış böylece eşeğin sürekli dönmesini sağlamıştır. Aynı zaman da aynı eşeğin boynuna da birde çan takmış ve cephedeki erlerimizin susuz kalmasının önüne geçmek için çabalayıp durmuştur.

Bu arada kendisini denetlemek için gelen komutanı; “nerede buranın sorumlusu” diye bağırınca koşup gelen Anadolu çocuğu, “benim komutanım” demiş. Komutan; gözü bağlı, boynunda çan takılı eşeği görünce, “söyle bakalım oğlum, bu eşeğin gözünü neden bağladın?” “Vallahi komutanım bu eşek bir canlı. Canlılar kendi ekseni etrafında belli bir saniye veya dakika döner. Sonra başı döner. Midesi bulanır. İş göremediğinden dinlenmesi lazım gelir. Fakat şu an cepheye sürekli su gönderiyorum ve bu eşeğin durmadan akşamdan sabaha devamlı dönmesi ve su çıkarması lazım. Ben eşeğin gözünü bağladım ki, eşek kendisini dönüyor değil de, düz yolda gidiyor zanneder” deyince komutan, “Aferin ya! Helal sana ya! İyi düşünmüşsün. İyi iş yapmışsın. Güzel hoş da anlat bakalım. Ya boynuna neden zıngırdayan şu zili de taktın.” “Komutanım, malum bilginiz vardır. Ben aynı zamanda bozuk silahların tamiri ve mermi dolduranları da yönlendiriyor ve denetleyip tamamlanan malzemelerin sevkiyle de uğraşıyorum. O işlerle meşgulken bu eşek durur ise, bu zil ötmez olur.  Ben de çanın ötmediğini duyunca eşeğin durduğunu anlarım. Gelerek bir iki sopa vururum. Onun tekrar dönmesini sağlarım” deyince komutan, “Bravo sana ya! Hakikaten sen zeki birisin ya” demiş. Akabinde de Anadolu çocuğuna sert sert bakarak, “Bak hele! Ben bunun yerinde olsam ön ayaklarımı ayırır, kafamı sallar, zili öttürürüm. Sende durduğumu bilemezsin” deyince “Allah aşkına komutanım, ben senin gibi akıllı eşeği nereden bulayım” demiş.

Değerli arkadaşlar işte, Osmanlı’yı bizler ve sizlerin dedeleri değil böyle komutanlar ve böyle düşünen insanlar yıktılar. Akılları çalışmayan, gözleri burunlarının önünü bile göremeyen bu geri zekâlılar mahvettiler. 93 sene geçmesine rağmen bu tipleri hala bizler başımızdan def edemedik. Soylarını soplarını kurutamadık. Bugün bile onlar bizi idare etmekte ve onlar bizi yönlendirmektedirler. Böyle gider ise bunlardan kurtulmakta mümkün görünmemektedir.           

Bu yüzden, Osmanlı’nın Avrupa ve Balkanlardaki, Kafkasya’daki, Kuzey Afrika’daki ve Ortadoğu’daki binlerce kilometre karelik arazisi elinden çıkmış. Sadece Anadolu’ya hapsedilmişsiniz. Bugün emperyalist ülkeler sizlere, Anadolu’yu da çok görmektedirler. Herkes şunu iyi bilmelidir ki, bugün ülkemizde yaşanan anarşizmin altındaki kaynak da bu ülkelerdir. Teröristlerin bütün malzemeleri her türlü araç gereçleri onlar tarafından karşılanmaktadır. Maksatları Türk’e olan ezeli düşmanlıklarıdır. Bu izahtan sonra konuşmamıza, Devlet-i Aliye ne oldu da yıkıldı, yıkılışın sebepleri nelerdir ve Cumhuriyete doğru giden adımlar neden zorunluluk arz etmiştir bunu da açıkladıktan sonra, esas cevaplandıracağımız Cumhuriyet gerekli miydi sorusunu yorumlayacağız.

2- OSMANLI’NIN YIKILIŞININ SEBEPLERİ

            Değerli dostlar, Osmanlı’nın yıkılış nedenleri konusunda hepimizin az çok söyleyebileceği düşünceleri vardır. Ancak önemli olan bu sebepleri ilmi, mantığa yatkın ve daha anlaşılır olarak ifade edebilmek en iyi olanıdır. Bana göre de Osmanlı’nın yıkılışının birçok nedeni vardır. Fakat bu sebepler içerisinde dört tanesi vardır ki bunlar daha çok önemlidir.

            Neden dördü daha önemlidir. Bunun izahını yapmadan önce bir örnek verelim. Nasıl bir ev, bir bina dört köşe üzerine şekillendirilerek inşa edilmişse, Osmanlı da öyledir. Kuruluşundan yıkılışına kadar Osmanlı’yı bir mekâna bir binaya benzetebilirsiniz. Buna göre, bence Osmanlı’nın yıkılışının en önemli, en öncelikli birinci sırada yıkılışının sebebi, “Toprak Mülkiyet Rejiminin Bozulmasıdır.” Osmanlı’da, birçok isimle adlandırılmış değişik türden toprak çeşidi vardır. Bu topraklar, daha fetih gerçekleşir gerçekleşmez ciddi bir tasnife tabii tutulmuş, ona göre isimlendirilip vergilendirilmiş ve devletin ayakta durması sağlanmıştır. Tarıma dayalı bir toplum olan devlette, böyle bir uygulamaya göre en çok vergiyi miri arazisi olanlar ödemekteydiler. Çünkü bu araziler verimlilik yönünden en çok ürün kaldırılan tarlalardı. Miri arazilerden Has: padişah ve saray erkânına, Zeamet: orta dereceli memurlara ve Tımar: tımarlı sipahilere verilirdi. Vergileri ise, mültezim adı verilen vergi memurları toplarlardı.

            Hepinizin malumudur ki, enflasyon denen zillet Kanuni Sultan Süleyman zamanında başlamıştır. Nedeni de babası Yavuz Sultan Selim’in ağzına kadar altınla doldurduğu hazineyi fütursuzca hesabı kitabı yapılmadan harcamasıdır. Bu yüzden, Türk milleti olarak bizim yıllar boyu bir enflasyonla mücadelemiz ve buna paralel olaraktan bir enflasyon deneyimimiz vardır. Bu durumu gören Kanuni ve bürokratları, enflasyonun önüne geçmek adına değişik çarelere başvurmuşlar ve en sonunda çareyi, illerden toplanan yıllık vergi gelirlerini müzayede ortamında peşin paraya satarak, sıcak para toplayıp enflasyonun önüne geçmeyi düşünmüşlerdi. Bu düşünceden hareketle İstanbul’da topladıkları Mültezimlere ki, o dönemde peşin para onlarda vardı. Açık artırma usulü sancakların yıllık gelirlerini sattı.  Fakat müzayede esnasında sancakların gelirleri üç katı fiyatına satıldı ise de, yine de enflasyonun önü kesilemedi.

            Sancaklara giden Mültezimler, peşin ödedikleri parayı çıkarmak hem de karlarını elde edebilmeleri için alacakları vergileri en azından üç-dört katına çıkarmaları gerekmekteydi. Bunu da yaptılar.  Hatta bu konuda, Kanuni Sultan Süleyman birde kanunname yayınlamış ve halktan yükümlülüklerini yerine getirmelerin istemişti. Kanuna göre “yükümlülüğünü yerine getirmeyenin vay halineydi.” Ancak vatandaşların görevlerini yerine getirmeleri mümkün değildi. Çünkü sürümü yapılan tarla gelirleri bunu mümkün kılmamaktaydı.

            Ekilen tarlardan hiçbir gelir elde edemeyen köylüler tarlalarını ekmedi. Mültezim baskıları ise eşkıyalığı körükledi ve Celali isyanları böyle başladı. Buna paralel olarak maaş durumları topraktan gelen devletin bürokratik kesiminin temsilcileri olan has, zeamet ve tımar sahiplerinin durumları bozuldu. Ve devletteki bu kötü gidiş ve karmaşa her alana yansıdı. Buda devletin yıkılışı yönünde toprak gelirlerine bağlılığından dolayı en etkili sebep addedildi. Ve verdiğimiz bina örneğindeki mekânın ilk köşesi böylece yıkılmış ve bina ağdık duruma düşmüştür.

            Osmanlı’nın ikinci önemli yıkılış sebebi ise, Dünya Ticaret Yolları’nın önemini kaybetmesidir. Bahse konu yollar İpek, Baharat ve Kral yollarıdır. Ve Osmanlı bu yolların yaklaşık % 70’ini denetimi altında tutmaktadır. Coğrafi keşifler nedeniyle bu yollar yön değiştirmiş ve Osmanlı maliyesi buralardan elde ettiği %35’lik geliri kaybetmiştir. Hâlbuki bu yollar üzerine hanlar, köprüler yaptırmış, gelen gidenlerin kendilerinin ve hayvanlarının bazı ihtiyaçlarını belirli günler için karşılıksız hale getirmiş ve hatta bu yollarda seyahat edenlerin güvenliğini temin edecek zaptiye güç birimleri kurmuştur. Ancak Avrupalıların deniz yolu ticaretini bulup geliştirmeleri, Osmanlı’nın aleyhine tecelli etmiş ve bu konudaki gerek Kanuni Sultan Süleyman gerekse diğer yıllardaki padişahların siyasi faaliyetleri Osmanlı adına pek hayırlı olmamıştır.  Ve bina örneğimizin ikinci köşesi de çökmüş olduğundan Osmanlı’da iki yandan ağdık hale gelmiştir.

            Devletin üçüncü yıkılış nedeni ulema Sınıfının bozulmasıdır. Osmanlı’da ulema sınıfı denilince birinci olarak din adamları ikinci olarak da ilim adamları ve bürokratlar akla gelirler.

Bilindiği üzere İslâm’da ruhbanlık (kapalılık) yoktur. Âlimler açıktırlar. Bu nedenle Osmanlı devletin oluşmasındaki dört unsurdan en önemlisi ulemalardır ve adeta devletin damarlarındaki kan gibidirler. Koçi Bey bu konuda III Selim’e sunduğu risalede, “Dinin direği ilim, ilmin direği ulemadır. Halk Allah’tan korkanlara muhalefet etmez, etmeye de cesaret edemez” der.

            Ancak bahse konu dönemlerde beşik ulemalığı ortaya çıktı. Bu uygulama gelmeden önce din adamları insanları hem dini hem de beşeri konularda vatandaşları “bugün için dünya yarın için ahret” olarak hazırlarlardı. Uygulamanın başlamasıyla beraber “yalancı dünya için uğraşmama veya geçici dünya nimetleri için çaba harcamama” gibi düşünceler yaygın hale getirildi. Buda devlette, özelliklede tekke ve zaviyelerde miskin ve avare insanların çoğalmasına sebep olmuştur.

            Bürokratik yapıdan veya ilim adamlarından bahsedersek, ruh ve ahlak yozlaşmasına yakalanmış çoğu yetki sahibi amir veya memur, işgal ettikleri makam ve mevkilerini kendi çıkarları doğrultusunda kötüye kullanmışlardır. Örnek verecek olursak Rumeli Kazaskeri Memikzadenin Tezkerecisi Tiryaki Kuşbaz Efendi yöredeki kadılık ve diğer kamu bürokrasisi alanlarında görev verileceklere kendince bir fiyat belirleyerek satmıştır. Sattığı devlet çalışanı yılsonunda günü dolunca tekrar giderek Kuşbaz Efendiye yeni bir rüşvet vermez ise, Tiryaki Kuşbaz yerine yeni birini atayarak gönderirmiş. Yerine yeni gelen memuru gören eski memur soluğu Kuşbaz’ın yanında alınca Kuşbaz, “Eyvah! Eyvah! Müslüman sükkadan (sakinlerden) bazıları senin bana fevt olduğunu (öldüğünü) haber verdiler. O memuru ondan atadım”  dermiş. Şayet eski memur yeni gelenin verdiği rüşvetin üzerinde bir rüşvet verirse eski memuru görevine tekrar geri iade edermiş vermez ise, “Gam çekme efendi! Ben sana yeni bir yer daha peyda ederim” diyerek gönderir ve bir daha asla görev vermezmiş. Böylece Osmanlı’da bu grupta (ulema sınıfı) bozulunca, Osmanlı’nın üçüncü ve en önemli köşesi de çökmüştür.  

            Osmanlı’nın yıkılışının en önemli dördüncü sebebi de Kapitülasyonların verilişidir. İlk ciddi kapitülasyonlar Kanuni zamanında verilmiş olup ülkede meydana gelen enflasyonu önlemeye yöneliktir. Buna göre, Ak Deniz ticareti tekrar canlı hale getirilecek ve enflasyon önlenecek veya hafifletilecektir. Ancak daha sonra görüldü ki, verilen bu kapitülasyonlar Osmanlı sınırları dâhilindeki Hristiyanlara geniş haklar kazandırmış ve bu azınlıklar son demlerde teker teker başkaldırarak bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Buda yıkılışının tuzu ve biberi olmuştur. Çünkü Osmanlı’da yaşayan ve Müslüman olan farklı soylar ve sülalelerde onları örnek alarak ayrılmışlar ve Kocaman Osmanlı 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesiyle tarihin sayfalarına gömülmüştür.

Değerli arkadaşlar, kıymetli dostlar, Osmanlı’nın yıkılışının açıklanabilecek önem arz eden daha binlerce sebebi vardır. Ancak o sebeplerin tümü birer neden değil çöküş için sonuç olmuştur.

  Sevgili misafirler, şimdi bu anlattıklarımızdan sonra Cumhuriyet gereklimeydi sorusunu daha net izah edebilir cevabını da daha açık verebiliriz. Ancak önce Cumhuriyet nedir ona bir bakalım.

3- CUMHURİYET NEDİR?

Büyük Gazi konuşmalarının birinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin inşasını, “Uçurumun kenarında yıkık bir ülke, yıllarca süren savaş, içte ve dışta saygıyla anılan yeni bir vatan, yeni bir devlet” diye ifade etmişlerdir. Bunun akabinde ise, Türk halkının refah ve mutluluğunu sağlayacak kurumların oluşturulması safhası gelmektedir.

Bunun için durmadan çalışmak gerekecektir ve “çalışacaksınız ki Türk Milletini geri bırakan müesseslerin yerlerine milletin yüksek değerlerini ihtiva eden yeni müesseseler kurabilesiniz” der. İşte başta Mustafa Kemal ve Millî Mücadele kahramanlarının oluşturduğu bu önemli müesseselerden biri Cumhuriyet’in tesisidir.

 Sevgili arkadaşlar, bu safhaya nasıl gelindi. Şimdi birazda ondan söz edelim. Malumunuzdur ki Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a adımını atar atmaz kendisini karşılamaya gelen halka yaptığı ilk konuşmalarında, “İrade-i Milliye ve Hâkimiyet-i Milliye” sözlerinden dem vurur. Çalışmalar sonucunda gelecek başarının neticesinde, yeni kurulacak devlet yönetim biçiminin bu çerçevede olacağını belirtir. Ve devamında “bu İstanbul’da aldığımız karardı” der. Bütün dünyaya da Samsun’dan bunu ilan eder. İşte, bu hitaplarından anlayacağınız gibi, ilk defa İrade-i Milliye ve Hâkimiyet-i Milliye ifadelerinden sizler bunun, Cumhuriyet idaresi olduğunu anlarsınız. Hatta Samsun’da kaldığı süre içerisinde görüştüğü İngiliz Yüzbaşı Hörst ile yaptığı görüşmede de ona bundan bahseder.

Daha sonraki tüm konuşmalarında da devamlı olarak İrade-i Milliye ve Hâkimiyet-i Milliye deyimlerini söyler durur. Sivas Kongresi’nde ise bunu gerçekleştirmek için halkla beraber hedefinin “Ya İstiklal! Ya ölüm!” olduğunu belirtir. Bunu Türk Milletinin meselesi haline getirir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışıyla ise “Egemenlik Kayıtsız ve Şartsız Milletindir” denilerek yönetimin bizzat sahibi olan Türk Milleti’ne devredildiği görülür. 29 Ekim 1923’te ise bu durum tescillenir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, Cumhuriyeti ilan ettiği o günkü oturumunda 158 milletvekili vardır. Teklif oybirliği ile kabul edilir. Cumhurbaşkanlığına yine oybirliği ile Mustafa Kemal Paşa seçilirken, Başbakanlığa ise Mustafa İsmet (İnönü) Paşa atanır ve Türk Milleti adına yeni bir devir başlar.

Yeni Türkiye Devletinin yapısının ruhu millî egemenliktir. Milletin kayıtsız şartsız egemenliğidir. Toplumda en yüksek hürriyetin, en yüksek eşitlik ve adaletin sağlanması, istikrarın korunması ancak ve ancak tam ve kesin anlamıyla millî egemenliği sağlamış bulunmasıyla devamlılık kazanır. Bundan dolayı hürriyetinde, eşitliğin de, adaletin de noktası millî egemenliktir.    

Cumhuriyet idari şekli, Mustafa Kemal Paşa’nın ifadesiyle, “Türk milletinin karakter ve adetlerine en uygun olan idaredir. (1924)” veya Cumhuriyet, “yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir, fazilettir. (1925)” ya da “hükümetimiz, devlet teşkilatımız doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilatıdır ki, onun adı Cumhuriyet’tir. Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millet, millet hükümettir. (1925)” ve Gazi’nin son tanımıyla cumhuriyet rejimi demek, “demokrasi kurallarının işleyeceği ön planda olacağı devlet şekli (1933)” demektir.

Daha somut bir tarifle Cumhuriyet, başta devlet başkanı olmak üzere, devletin başlıca temel organlarının belli aralıklarla yenilenen seçimlerle göreve getirildiği bir yönetim biçimidir. Bu türden yönetim biçimlerinde halk, yönetimini beğenmediği yöneticileri, belli aralıklarla yenilenen seçimlerde değiştirebilmek imkânına sahiptir. Bu nedenle yöneticiler, toplumu keyfi biçimde yönetemezler. Halkın isteklerini ve beğenilerini göz önünde tutmak zorundadırlar. Bir başka deyişle, yöneticilerin iradesi mutlak değil, halk iradesiyle sınırlıdır.

4- CUMHURİYET BİZE NELER KAZANDIRDI

  1. Siyasi alandaki kazanımlar: 1 Kasım 1922 de Saltanatın kaldırılmasıyla birlikte 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi. 3 Mart 1924’te Halifelik kaldırıldı.
  2.  Toplumsal alandaki kazanımlar: 25 Kasım 1925’te şapka giyilmesi kanunu, 30 Kasım 1925’te Tekke ve Zaviyelerin kapatılması kanunu, 17 Şubat 1926’da Türk Medeni kanunu, 26 Aralık1926’da Saat ve Takvim değişikliği kanunu, 1 Nisan 1931’de ölçü ve tartıların değişikliği kanunu, 26 Kasım 1934’te Lâkap ve unvanların kaldırıldığı ile ilgili kanun, 3 Aralık 1934 Din adamlarının hangi dinin mensubu olurlar ise olsunlar mabet ve ayinler dışında ruhani giysilerini halk arasında taşımamaları ile ilgili kanun, 21 Kasım 1934’te Soyadı kanunu, 24 Kasım 1934’te Mustafa Kemal Paşa’ya Atatürk soyadının verilmesiyle ilgili kanun, 3 Nisan 1930’da Kadınlara belediye başkanı seçme ve seçilebilme hakkının verilmesi ile ilgili kanun, 5 Aralık 1934 Kadınların milletvekili seçilebilmeleriyle ilgili kanun kabul edilmiştir.
  3. Eğitim ve Kültür alanındaki kazanımlar: 3 Mart 1924’te Tevhid-i tedrisat kanunu, 1 Kasım1928 Yeni Türk harflerinin kabul ve tatbiki hakkındaki kanun, 12 Kasım 1931 Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin kuruluşu kanunu. (3 Ekim 1935’ bu cemiyet, Türk Tarih Kurumu adına almıştır), 12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin kuruluşu ile ilgili kanun (bu cemiyet 24 Ağustos 1936’da Türk Dil Kurumu adını almıştır), 31 Mayıs 1933’te ise İstanbul Dar’ül Fünûnu kapatılarak bugünkü üniversitelerin açılışı kanunu kabul edilmiştir.  

5- SONUÇ  

             Yukarıda görüldüğü üzere, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte Türkiye’de köklü değişiklikler yapılmıştır. Bunlarla, yasama yürütme yargı gücüne dayalı anayasal bir sistem kurulmuş ve ülkenin kanunlara uyularak yönetilebileceği benimsenmiştir. Sonra sırasıyla modern yaşamla ilgili reformlar çerçevesinde, sosyal devlet olgusu kabul görmüş olup sermaye ile birlikte sanayi ve işçi sınıfının gelişerek ülke yönetimindeki ağırlığı ile yeni oluşturulan sendikal çalışmalar düzenlenmiştir. Buna paralel olarak sigortalılık, demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılması, miting ve gösteriler düzenleme, siyasete katılma, emeklilik kıdem ve ihbar tazminatı, iş güvenliği çalışma koşullarının düzenlenmesi, eğitim, sağlık haberleşme, barınma gibi kamu hizmetlerinden yararlanılmasının sağlanması tüm bunların hepsi toplumsal ilerlemenin motoru olmuştur.

Ayrıca ülkenin demokratikleşmesi insan hak ve özgürlüklerinin gelişmesi yönünde de adımlar atılmasının fırsatları yaratılmıştır.  

Sizlerde bilmektesiniz ki bir ülkenin gelişmişliği işçi ve emekçilerin, ekonomik, sosyal, kültürel, demokratik hak ve özgürlüklerini kullanıp kullanamaması ile ölçülür. O ülkede bilimin, sanatın, kültürün gelişmesi ekonomik ve siyasi bağımsızlığın kurulması, korunması sağlamlaştırılması da buna bağlıdır.  

            Ayrıca cumhuriyetin kazanımlarını daha da ileriye götürmenin tam bağımsız ve demokratik bir Türkiye yaratmanın teminatının da bu yolla olacağını kavrarsak, emin olunuz ki daha güzel bir ülkede yaşıyor olacağız. Çünkü tam bağımsızlık denildiği zaman Büyük Atatürk’ün ifade ettikleri gibi, “siyasi, mali, iktisadî, adlî, askeri, kültürel ve benzeri hususta tam bağımsızlık ve serbestlik demektir. Bu saydıklarımın her hangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. (1921)” Buna göre demek ki, “Türkiye devletinin bağımsızlığı mukaddestir. O ebediyen sağlanmış ve korunmuş olmalıdır. (1923)

            Bunu gerçekleştirebilmek içinde, “Millet ve biz yok. Birlik halinde millet var. Biz ve millet ayrı ayrı şeyler değiliz. (1919)” Onun için biz, “Millî varlığın temelini, millî şuurda ve millî birlikte görmekteyiz. (1936)

            Bu kapsamda çağdaşlaşma, “milletimizi en kısa yoldan medeniyetin nimetlerine kavuşturmaya, mesut ve müreffeh kılmaya çalışacağız ve bunu yapmaya mecburuz. (1925)” Bu gayeye ulaşmak içinde bizim akıl, mantık, zekâyla hareket etmek en belirgin özelliğimizdir. Çünkü bu dünyada her şey insan kafasından çıkmaktadır. (1936)

            Bu sebeple her Türk’ün sorumluluğu, Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliklerini iyi bilerek onu korumak ve geliştirmek olmalıdır. Cumhuriyete sahip çıkarak olmalıdır. 1923’te cumhuriyet ilan edildi. Ancak Afyonkarahisar milletvekili Mehmet Emin Efendi’nin söylemiyle, “Cumhuriyeti ilan ettik. Ancak Cumhuriyetin ruhunu anlatamadıysak da” bugün karşınızda bu ruhu ve neler getirdiğini kavrayabilen bir Türk Milleti vardır ve Cumhuriyet bunun için gereklidir. Tanrı onları korusun ve yüceltsin.

  Fırkacılık, ayrımcılık, bölücülük yapmakta azap, birliktelikte ise bereket vardır. Tarikatçılık, cemaatçilik, grupçuluk ve çetecilik memlekete hayır değil zarar getirmektedir. Bunu 15 Temmuz 2016 kalkışmasıyla gördük. Çetecilik deyince aklıma geldi. Millî Mücadele yıllarında ülkeye katkısı olmayan, avare üç kafadar varmış. Her gün bir göl kenarına gidip boş oturur, lüzumsuz konuşur vakit öldürürlermiş. O civarlarda etrafı kolaçan eden, soyup soğana çeviren bir çete varmış. Bir gün bu çetenin yolu bizim kafadarların olduğu göl kıyısına düşmüş. Soyguncuların geldiğini gören bizim kafadarlardan ilki kendisini can havliyle göle atmış. İkincisi orada bulunan bir ağacın tepesine çıkmış. Üçüncüsü ise, cas cavlak ortada kaldığını görünce orada otlamakta olan eşeğin altına girip gizlenmiş.

Çete ve reisleri paldır küldür atlarından inmişler. Reis, göldeki suda bulunana, “sen ne arıyorsun o suyun içinde” diye sorunca kafadar, “Vallahi ağam ben bu gölün kurbağasıyım” deyince, “iyi vırrakla bakalım” demiş. O da kurbağa gibi ötmüş. Reis bu sefer ağaçtakine dönüp, “sen ne arıyorsun be adam ağacın tepesinde” deyince O, “Ah benim yiğit ağam. Bende bu ağacın bülbülüyüm” demiş. Reis, “iyi sende öt bakalım” deyince o da bülbül gibi şakımış. Çete Reisi kaşlarını çatarak yüzünü eşeğin altındakine çevirmiş, “Sen arıyorsun ulan dümbük eşeğin altında” deyince, Reisin çok kızdığını anlayan kafadar, “Ah benim güzel ağam, paşa ağam. Ben de bu eşeğin sıpasıyım” demiş. Reis, “Ulan kandırıcı,  o eşeğin erkek olduğunu bilmiyor musun da bana madik geçiyorsun” deyince, ödü kopan kafadar, “Ah benim yiğit ağam. Koç ağam. Annem ölmüştür de, ben şu an babamla gurbet gezerim” demiş.

Tabi bizim üç kafadar o çete reisinin ne gibi bir muamelesine tabi oldular bilinmez. Ancak sevgili dostlar, sakın ola siz siz olun çakma reislere bel bağlayıp ta güvenmeyin. Sonra ne yapacağı belli olmaz. Ah vah etmeniz de hiçbir işe yaramaz. İş işten geçmiş olur. Onun için fırsat elinizdeyken Cumhuriyetimize, kültürümüze, millî ve dini kıymetlerimize aman diyeyim sahip çıkınız. Sahip olunuz ki, başınıza bir bela gelmesin. Dünya devletleri arenasındaki varlığınız devam etsin. Bir olalım. İri olalım. Diri olalım. Beni sabırla dinlediniz. Var olun. Sağ olun. Bahtiyar olun. Hoşça kalın. Sağlıcakla kalın. Yüce Allah’a emanet olun. Allahaısmarladık.    

 


*Artvin Çoruh Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi, Artvin/Türkiye, Bu konuşma; 28-10-2016 Cuma günü akşamı, Artvin Türk Ocağı ve Artvin Türk Eğitim Sen’in organizatörlüğünde, Cumhuriyet’in ilanının 93 yılı anısına, Artvin Türk Eğitim Sen’in Konferans Salonu’nda gerçekleştirilmiştir.

1 Sakacılık; Osmanlı’da Yeniçerilerin su ihtiyacını karşılayan askeri birlikti. 1826’da yeniçerilerin kaldırılmasıyla bu birlikte lağvedilmiştir. Ancak birim olarak varlığını Osmanlı’nın tarih sahnesinden silinceye kadar devam ettirmiştir.

 

4 3
2 7

 

Benzer yazılar

Yanıt verin.

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir